25 Ekim 2006 Çarşamba

Kızarmış Bir Dilim Patatesin Tadı 2

İbret alınacak bir yazı

Geçen ay "Kızarmış Bir Dilim Patatesin Tadı" başlıklı yazımda Fransız dergi yönetmeninin hastalığı ve hayata olan bağlılığı ve sağ göz kapağını kullanarak "Dalgıç Giysisi Giymiş Kelebek" isimli kitabından (maalesef bu kitabı okuyamadım) bahsederek hayatın sadece "An”lardan ibaret olduğunu ve ona göre değerlendirilip yaşanması gerektiğine dikkat çekmiştim.

Dün, çok çarpıcı bir yazı ve bilgi ile tanıştım; beni epeyce etkiledi ve hastalıklarımla mücadeleye motive etti.
Umarım sizlerin istifadesine de medar olur.

Yalnızca gözlerle yaşanan bir hayat, nasıl gözlerden kaçabilirdi ki?
Forbes dergisinin dünyanın en zengin kişileri arasına 3,2 milyar dolarlık servetiyle giren bir kadının öyküsüdür "Gözlerin Yaşadığı Hayat".
Suna KIRAÇ yani Vehbi Koç’un kızı.
Suna Kıraç'ın hastalığından sonraki yaşadıkları ve "Büyük İnsan" oluşu HEPİMİZE CANLI MİSAL olabilmeli derim.
Bazı değerleri layıkıyla bilebilmek için mutlaka bir şeyler mi kaybetmeliyiz?
"ÖLMEDEN ÖNCE ÖLEMEZ MİYİZ?"

Ego, hırs, ihtiras, menfaat, makam, zenginlik, lüks ev, lüks araba, lüks yazlık, her sınavı ve okulu en iyi derecelerle kazanması gereken çocuklarımızın olması vb. işte bunlara mikyas olabilecek çarpıcı bir hayat hikâyesi...

Kısaca ALS olarak anılan hastalık, merkezi sinir sisteminde motor hücrelerin kaybıyla birlikte kaslarda zaaf ve erimeye yol açıyor.
Uzun hikâyenin sonucu; Suna Kıraç'ın gözlerinden başka hiç bir şeyine kumanda edememesi oluyor.

Yalnızca gözlerini hareket ettiriyor, hayatı gözleriyle yaşıyor.
Çarpıcı olan şu: Hepimiz büyük ölçüde hayata gözlerimizle bakıp dünyayı gözlerimizle algılıyoruz.
Ama hayata sadece ve sadece; gözlerle bağlı kalabilme azminin anlamını kavrayabiliyor muyuz?
Sahip olduğumuz, kazandığımız bütün değerleri ve imkânları, her şeyi kaybettikten sonra, hayatın yine de sürdürülebileceğine olan inancın büyüklüğünü anlayabiliyor muyuz?
Hayatla bağların koptuğunda, yaşanacak duygu ve düşüncelerin de sınırlandığını, özetlendiğini, fazlalıkların atıldığını ve geriye sadece "iyi duygular kaldığını"... fark edebiliyor muyuz?

Suna Kıraç konuşmak ya da bir mesaj iletmek istediğinde tam karşısına koyu renklerle yazılmış 29 harften oluşan bir alfabe konuyor...
Hemşireler tek tek harfleri gösteriyor.
Suna Kıraç kirpiklerini kırpıştırdığında ilgili harf yazılıyor.
Oluşturmasını istediği kelimeyi sırayla göstererek not ettiriyor.
Kelimeler tek tek bulunarak cümle oluşturuluyor.

Sonrasını çocukluk arkadaşlarından biri anlatıyor:
"Neler anlatıyor neler? Gözünün içinin güldüğünü görüyorum.
Yine sevgi görüyorum, her zamanki gibi insan sevgisi görüyorum.
Benim çocukluk arkadaşım çok çok GÜZEL BİR İNSAN oldu."

(Size bir beyin fırtınası sorusu:
• Ne demek büyük insan?
• Nasıl büyük insan olunur?)

Çocukluk arkadaşının söylemek istediği "Suna Hanım"ın hastalıkla değiştiği gerçeği değil.
Sonunda söylediği çok farklı. "Benim arkadaşım BÜYÜK İNSAN oldu."
Geriye yalnızca GÖNÜL GÖZÜYLE hayata bakmak kalınca hayatın müsvedde defterindeki bütün fazlalıklar karalanıyor.
"SADE"leşiyor her şey. "DERVİŞAN" bir hayata yolculuk sanki.

Bütün dünya nimetlerinden, fırsatlarından, kavgalarından, ihtiraslarından arınınca, geriye ÇOK AZ ŞEY kalıyor.
O çok az şey, aslında yalnızca olması gereken şey işte. İNSAN!
Ne zarar gelir ıssız bir mağarada "Peygamber Sabrı"yla inzivaya çekilen ve dünya nimetlerinden el etek çeken bir dervişin "fazlalıklardan arınmış" saf hümanist kelamından?

Ama her şeye sahip ve muktedirken ister istemez, lüzumsuz fazlalıkların, sözlerin, eylemlerin içinde olabiliyoruz hepimiz.
Denemeye değmez mi? Bir an için biz, hepimiz, dünyaya yalnızca gözlerimizle bir şeyler söylemeye çalışsak, yalnızca gözlerimizle yaşasak bir "AN" arınsak fazla "söylem ve eylemler" den; hayat "iyi insanlar" hükümranlığına baş eğmez mi o zaman?

Sağlıcakla Kalın…

Hiç yorum yok: